İslam dini Arabistan’ın Hicaz bölgesinde bulunan Mekke’de doğup, kalbi durumunda olan Medine’de devlet olduktan kısa bir süre sonra Arabistan yarımadasına bu dinin tebliğcisi olan Allah’ın Son Resulü Hz. Muhammed’in (sav) vefatından sonra da yarımadanın dışında birçok bölgeye yayılmıştır. Müslümanlar bu bölgelerde çok farklı din ve kültürlerle karşılaşmışlar, bu din ve kültür mensuplarıyla birlikte yaşamaya başlamışlardır. Müslüman alimler buralarda İslam dininin yayılması ve doğru anlaşılması için çok yoğun bir eğitim öğretim faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Doğal olarak karşılıklı tartışmalar yaşanmış ve İslam’a itirazlar meydana gelmiştir. Bu itirazlara karşı duran ve akıl mantık ilkeleriyle cevap verenler hicri ikinci asrın başlarından itibaren Müslüman kelamcılar olmuştur. Bunlar İslam dinine temelden yöneltilen tüm eleştirilere o günün şartları içerisinde ikna edici cevaplar vermişlerdir. İşte bu alimler İslam’ın temel inanç esaslarını kendi yöntemleriyle tespit etmeye, açıklamaya ve temellendirmeye çalışmışlardır. Ancak bu farklı yöntemlerde değişik yorum ve görüşler ortaya çıkınca içeride bazı kesimler dinin Hz. Muhammed (sav) ve ashabı gibi anlatılıp yaşanması gerektiğini, bu farklı yorumların dine sokulan bid’atler olduğunu ileri sürerek kendilerine Sünnet taraftarları anlamında Ashâbu’s- sünne, Ehlü’-sünne, diğerlerine de Ehl-i Bid’at adlandırmasını uygun görerek rivayetçi bir yaklaşıma karşılık nakilci bir yöntemi savunmuşlardır.
