İnsanoğlunun varoluş serüveni, doğayı dönüştürme gücüyle şekillenmiştir. Bu serüvenin en köklü dönüm noktası ise, kuşkusuz, tarımsal üretimin doğuşudur. Binlerce yıl önce başlayan ve insanlık tarihinin yönünü kökten değiştiren bu süreç, sadece toprağın işlenmesini değil, aynı zamanda insanın doğayla kurduğu ilişkinin de yeniden tanımlanmasını beraberinde getirmiştir. Bu başlangıç, insanın doğayı salt bir çevre olgusundan çıkarıp, bilgiyle kavranabilir ve teknik müdahaleyle dönüştürülebilir bir gerçeklik olarak yeniden tanımladığı tarihsel bir aşamayı simgelemektedir. Bu bağlamda, yaklaşık 13.000 yıl öncesine tarihlenen arkeolojik buluntular, yalnızca arkeolojik bir keşif olmanın ötesinde, insanın üretici bilinçle tanıştığı ve doğayı dönüştürücü bir özne olarak tarih sahnesine çıktığı medeniyet eşiğini temsil etmektedir. Tarımsal üretimin başlamasıyla birlikte, nüfus yoğunluğunda belirgin bir artış yaşanmış; yerleşik yaşam biçimleri, iş bölümü ve mesleki uzmanlaşma kavramları ortaya çıkmıştır. Bu dönüşüm, mekansal örgütlenmenin köylerden kentlere, ardından devlet ve imparatorluk yapılarına evrilmesini mümkün kılarak, insanlığın toplumsal ve ekonomik gelişiminde belirleyici bir paradigma değişimine zemin hazırlamıştır. Artık insan, doğanın pasif bir unsuru olmaktan çıkarak, onu planlayan, biçimlendiren ve kendi geleceğini rasyonel akıl çerçevesinde tasarlayabilen bir varlık düzeyine ulaşmıştır.
